Yeni Yıl Şeysi

Benim için muhasebesini tutamayacak kadar hızlı geçen bu yılın ardından yine bir yeni yılda daha girmek üzere olmanın saçma sevincini yaşıyoruz efendim.

Bu arada Bireysel Kişim 2 yaşına giriyor şaka maka.

Yoo niye şaka, gayet de ciddi ciddi 2 yıl oluyor işte.

Her neyse efendim,
Dediğim gibi bu 2010 yılında neler oldu, neler bitti hiç biri aklımda değil. Hatta 2010 yazarken iki kere düşündüm acaba yılı doğru mu yazdım diye...

Saddam Hüseyin de idam edilmiş olabilir, Hiroşima'ya atom bombası da atılmış olabilir, hatta Marilyn Monroe ölmüş bile olabilir.

Bu işte büyük bir yanlışlık var, bu kadar boş olamaz bir 365 gün ama neyse, dediğim gibi daha dün güle oynaya girdiğim şeye bir iki gün sonra tekrar gireceğim.
Yeni yıllar iyidir aslında, birşeylerin geçip gitmekte olduğunu hatırlatıyor insana. Benim gibi boş insanlara bile.

-----------------------

Gelen yeni yıldan hiçbir şey dilemiyorum bu sefer. Hatta hiçbir şey diliyorum, evet!

Bu sene hiç birşey olmasın, böyle tüm olan biteni rayına oturtmuşken ben, herşey yolunda giderken, lütfen hiçbir şey olmasın. 

Hele güzel birşey hiç mi hiç olmasın. Bunalım takılmanın dayanılmaz hafifliğini doya doya yaşadığım bu yılda öğrendim ki, mutluluk insanı en çok yoran şey.

Mutsuzluk, can sıkıntısı, üzüntü, bunlar daha kolay şeyler, daha az yorucu, yaşaması da taşıması da daha kolay.

Her sene dünya barışı, aşk, para ve sağlık dilemek, tam tersini getirmekten başka bir şeye yaramıyor.

Yanlışsa birileri söylesin de bu yapar emosallıktan kurtulayım, gerçekten.

Hayır böyle deyince de vay efendim sen ne karamsar şeysin, aman niye böyle diyorsun, vay bak sen de birgün mutluluğu tadacaksın falan filan feşmekan...

Dördüncü sevgiliyi eskiten hanım arkadaşlarımla, dördüncü çocuğa hamile olan (tabii ki yine hanım) arkadaşlarım bana önce de, şimdi de, sonra da aynı tavsiye ve telkinlerde bulunuyorsa, o tavsiye ve telkinlerin samimiyetinden şüphe duyarım ben şahsen.

-----------------------

Bir de;

Unuttuysan anımsa, kaybettiysen ara, özlediysen git bul, kırdıysan af dile, kırıldıysan affet, seviyorsan söyle, çünkü: Yenir bir yıl başlıyor!!!

Cicişliği var ki ayrıca bir bayıklık faktörü oluyor artık. Aynı mesajı her kandil, bayram, düğün, sünnet, cenaze, 29 Ekim, 1 Mayıs vs... önemli gün ve haftalarında da alıyorum ve o zaman da bayıyor, ayrı.

Yarının da diğer tüm yarınlardan bir farkı yokken niye kızdığım kişiyi sırf bu yüzden affedeyim a canlarım? Yada affedesim olsa niye kızayım, niye illaki özel bir gün bekleyim durduk yere?

Yada neden o kişi bana "Syrano seni çok kırdım ama yarın yeni yıl, beni bağışla" demiyor?

Niye illaki ilk adımı ben atmalıyım?

Ayrıca da,
Evet efendim sular seller gibi aşığım, dereler tepeler kadar da, dünyalar kadar da seviyorum, masaldaki tuz kadar da seviyorum ama söylemeyeceğim.

Söyleyebilecek olsam niye durayım?

Yada böyle önemli günlerde sevgiler, aşklar itiraf edilince reddedilme ihtimalleri düşüyor mu?

Memedalibirand enkırmeni: "Ve geldik paranın notlarına, biliyorsunuz yarın yeni yıl, yeni yılda aşıkların reddedilme oranı %60 düştü, Öro değişmedi, Altın... Altın yatırımcısını sevindirdi. Yarın kimselere randevu vermeyin yine birlikte sevişelim" mi buyuruyor?

Yada ötelerden biri;

- Canım bugün yeni yıl ve artık söylemek istiyorum, seni çok seviyorum, tertemiz bir aşk besliyorum sana karşı. Bir bilsen o kadar değerli ve sevgilisin ki benim için ıdı vıdı ıv ıv dıv dıv...
- Neee??? Ya sen manyak mısın?
- E ama yeni yıl, hık mık, kem küm?
- Aaa delinin zoruna bak!
- Ee hani seviyorsan söyleydi?
- Ay git başımdan be aptal....

Muhabbetininin olmayacağını garanti mi ediyor?
Evet, bilhassa da aşk mevzuuna taktım efendim, tamam abazanım, eyvallah.

Yeni yıl bize sadece arkadaş, hatta kardeş gözüyle bakılmamasını sağlıyor mu siz onu söyleyin de, varsın ben yine bireysel abazan olarak yazmaya devam edeyim...

-----------------------

Her sene buyurduğum kehanetleri (ki çoğu da tutmuşken) bu sene sallıyorum, dünyayı bu çok mühim fikirlerimden mahrum bırakıyorum.

Ha ama illaki de istiyorsanız buyrun:
  • Bir güzel şeye karşılık iki kötü şey olacak.
  • Tek yanlış, üç doğruyu götürecek.
  • İnsanlar silahlardan, hastalıklardan ve anlayışsızlıktan ölecek.
  • Birileri birilerini sokağa dökecek.
  • Cumhuriyet ve laiklik yine elden gidecek, islamcılar ve şeriat yine ülkeyi tehdit edecek.
  • Terörü bitirmekte kararlı olunacak.
  • Bindiğimiz Avrupa Birliği treniyle güvenle ilerlemeye devam edeceğiz.
  • Mazot 1TL olmayacak.
  • Ermenistan ile ilişkilerimizi normalleştirme çalışmaları yürüteceğiz ve Ermenistan kendisini katlettiğimizi kilimcinin kör oğluna onaylatmaya çalışacak.
  • Eurovision'a İngilizce şarkıyla katılacağımız için dilimiz bozulacak, kültürümüz yozlaşacak.
  • İtin biri (özür dilerim, sizden, itten değil) sevgilisinin kafasını kesip kafatasından şarap içecek ve gençlerin toplum içindeki yeri tekrar sorgulanacak.
  • Üniversiteye kol kola giren biri türbanlı biri mini etekli iki kız arkadaşın fotoğrafları gazetelerde boy boy yayınlanacak ve bir kısmımız cinsel olarak bir kısmımız da siyasi olarak tahrik olacağız.
  • Yaklaşan seçimlerle başbakanın gizli eşcinsel, muhalefet liderlerinin biseksüel, bilmemnere valisinin überseksüel olduğunu öğreneceğiz. Bir de bir parti üyesinin kırk göbek uzaktan akrabasının Hellori Hazretlerinin dizinin dibinde fotoğraflarını görüp, yeni başbakanın karısının menapoza girdiğini falan da öğreneceğiz.
 
Daha küresel ve geniş çaplı kehanetlerim için benimle şahsi olarak irtibata geçmelisiniz zira dünya buna hazır değil, ben bile hazır değilim.

-----------------------  

Hasılı efendim,
Bu sene yeni yıla girmek istemiyorum.
Eğer çok istiyorsa, bu birşey değiştirecekse, yeni yıl bana girebilir.

Ben her ne kadar karanlık tablolar çizmeye meyletsem de,
Hepinize ne iyi, ne kötü,
Tam da istediğiniz gibi yıllar dilerim.
Sevgiyle kalışın
(^_^)

-----------------------  



Bir liste yaptı ve iki kere de kontrol etti.
Siz de o listedesiniz.

Korkun, fazlasıyla korkun.

Noel baba, şehrinize geldi!!!



Kıskanmayanç

Herkesin, bir köşesinden hayata tutunduğunu görmek çok güzel.

Eski arkadaşları bulmak, evlendiklerini öğrenmek...

Onların o çıtı pıtı hallerini çok gerilerde bırakıp birer anne, baba olduklarını görmek.

Bazılarının o anlarında yanlarında olmak.

Hatta anlaşılmaz sebeplerden, evlendikleri anda, taraflarından maziye gömülmek.

O bile güzel.

Bir açıklama bile yapmadan, evlendikleri dakikada beni unutan, ulaşma çabalarımı ustalıkla bertaraf eden arkadaşlarım, doğal olarak da eski arkadaşlarım var, oldu, oluyor, daha da olacaktır.

Neden bilmiyorum, bilmeyi çok istiyorum ama öyle bir lutfa henüz mazhar olamadım. Bir gün öğrenirim belki...

Aslında düşününce bazen, umurumda da değil hani!

Ama güzel şeyler bunlar. Daha güzelleri de var.

--------------------

Liseden beri aşırı yakın olmasak da sevdiğim bir arkadaşım vardı. Yazın evlendiler.

Belki katıldığım ilk şahsi düğün daveti olmasından, belki yaşları bana çok yakın olduğundan, belki onları yakından tanıdığımdandır bilmiyorum ama, hayatımda beni bu kadar etkileyen ilk düğün olmuştu.

Birkaç günde bir rüyamda gördüm onları.

Mutlulukları benim de mutluluğum oldu.

Hatta arkadaşımın baba olacağını öğrendiğim gün, rüyamda doğacak bebeklerinin cinsiyetini de gördüm. Öğrendim ki doğru da görmüşüm...

--------------------

Bir başka arkadaşım vardı.

10 yıldır görmüyordum. Hatta bence o benim varlığımı bile unutmuştur.

Yine binbir tesadüfle karşılaştığım bir arkadaşım aracılığıyla fotoğraflarını gördüm.

O tontiş, mini mini kız büyümüş, serpilmiş, evlenmiş, çocuğu bile olmuş. Kendisinin kopyası gibi tatlı bir bebek. Söylemeselerdi onun kendi çocukluk fotoğrafı zannedecektim.

--------------------

Mini mini birler zamanlarındaki sıra arkadaşım, o zamanlarımız için bile aşırı derecede zayıf, çelimsiz, bir damlacık birşeydi.

Geçen akşam telefon geldi, "abi hemen şu kanalı aç, bak bakalım tanıyacak mısın" dediler bana. Bir pazusu kafamdan biraz daha büyük bir eleman gördüm karşımda. Aşağıda adı olmasa, hatta televizyona çıkmamış olsa "feyk ulan bu feyk, yani sahte, fotoşap" diyeceğim kişiydi o çelimsiz, bir damlacık arkadaşım.

Yanında da avrupalı eşi, üç çocuğu...

Türkiyeyi temsilen madalya almış bilmemne sikleti bilmemne yapmaca dalında, bilmemne derecesine girdiği için. Hayretimden unuttum o kısımlarını.

Şimdi karşısına çıksam "evet bunları çok çalışmaya ve dengeli beslenmeye borçluyum" deyip elime de bir imzalı foto tutuşturup sıradakiiii diyecektir sanırım.

--------------------

Lise zamanında bile sanata olan düşkünlüğü ve güzel eserleriyle ilgimizi çeken arkadaşımız geçen gün şehrimizin balık pazarına çok hoş bir balık heykeli dikerek hepimizi gururlandırdı.

"Abi sen neden vazgeçtin bu tiyatro işinden, sanatçılar birliği kuracaktı hani seninle" dedi biri.

Cevap veremedim. Hatta Cevâb Veremedim.

--------------------

Gözlüklü, gedik dişli, o zamanlar daha adını söylemesini bile beceremediğimiz aşk denilen şeyi yaşadığımızı düşündüğüm hanım arkadaşım TSM'nin tozunu attıracak bir udî, diğeri, şimdi rap denilen ve benim fena halde hazzetmediğim o müziği daha bacak kadar boyumuzla yaptığımız yakışıklı arkadaşım, Hitler kişisini bile duygulandırıp imana getirecek bir nefesle neyzen olmuş.

Kendi çaplarında kitleleri, hatta konserleri, turneleri var.

Hele ilkininin adını bir afişte gördüğümde, o çocukluk dönemlerimdeki gibi heyecanlanıp koşa koşa programına gitmek istemiştim...

O gün cebimde tek kuruş olmaması ise sadece kötü bir tesadüftü.

--------------------

Evliliğe, evlenmeye, hatta aşka, sevgiye söven bir matmazelin, madamlığa terfi ettiğini, doğal olarak çocuğu olduğunu öğrendim.

Eşi için akrostij şiirler yazmış, "beni terkedersen önce kendimi sonra seni vururum" tarzı artistlik cümlelerle donatmış, aynı pozun birkaç milimetre farklısı onlarca fotoğraflarını koymuş da koymuş.

Adımın fesada çıkacağını bildiğim için selam bile vermek istemedim.

Oysa iyi bir arkadaşımdı. Beni de hatırlardı ve sevinirdi karşılaşmamıza...

--------------------

Hayatımın en büyük kazığını yedirecekken, Allah'ın bir hikmeti olarak kıyısından döndüğüm, halen içimde bir yerlerde sızısını taşıdığım hanım efendinin haberlerini de aldım.

Ona haksızlık ettiğim düşüncesiyle kendimi paraladığım günlerde biriyle tanışmış.

Evlenmiş.

Çocuğu olmuş.

Çocuğu olduktan bir süre sonra boşanmış.

Geçenlerde öğrendim, bu yakınlarda da tekrar evlenmiş.

Benden önce nikah masasından döndüğü adamı ve beni de sayarsak aslında epey fırtınalı bir aşk hayatı olduğunu söyleyebilirim.

Son evlendiği eşiyle olan düğün fotoğraflarını gösterdi bir arkadaşım, onunla anılarım olduğundan habersiz...

Başta tanıyamadım onu. Makyajdandır dedim. Mutluluktandır dedim.

Değildi.

Düğünden önceki normal fotoğraflarını da gördüm, orada da aynıydı.

Rüzgar esse uçacak kadar zayıflamış, hatta rüzgar esmeden uçacak kadar. Esmer teni, kül rengine dönüşmüş, dudakları kurumuş, gözleri içine çökmüş...

"Kendisi kaybetti, hızlı yaşadı" dedi arkadaşım.

Üzüldüm dedim sadece, gerçekten de üzüldüm.

Aslında sadece üzülmedim, daha ziyade acıdım!

--------------------

Lisedeyken çok da samimi olmadığımız, fakat gurbetin verdiği acıyla birbirimizi bulduğumuz anda çok yakınlaştığımız bir arkadaşım var.

O görüşemediğimiz 5 yıl içinde, 15 yıllık bir ömür yaşamış.

Yoluna taş koyanlar, işini bozanlar, satanlar, ihanet edenler. Hem de telafisi zor şeylerde...

Dilini bilmediği bir ülkede tüm bunları yalnız başına idare etmesini becermiş ama.

Sevdiği bir eşi, bir de küçük oğlu var şimdi.

Tatilde yanımıza geldiğinde elimi cebima attırmadı hiç. Normalde tam tersi olması gerekirken.

Gurur duymak bile bazen yetersiz kalıyor.

--------------------

Anlattıkça aklıma geliyor da, yahu benim neredeyse bütün arkadaşlarım manken gibi, taşşş gibi, afet gibi olmuş, ayrıca hepsi de kendi düzenini kurmuş, işini gücünü tutmuş.

Hele içlerinden bazıları hiç de öyle kolay elde edilebilecek veya bu yaşlarda edinilebilecek mevkilerde de değil. Tıpta "yardırmak" olarak tabir ettiğimiz eylemleri gerçekleştiriyorlar resmen.

Belki sevecen yaklaşımın suyunu çıkarttığımdan, belki salaklığımdan, belki de başka herhangi açıklanamaz, bilinmez, söylenmez bir sebepten ötürü onların mutluluğu, başarıları, kendi mutluluğummuş gibi hissediyorum.

Onlar başardıkça ben mutlu oluyorum, seviniyorum, sevindirik oluyorum...

--------------------

Nacizane ben de değiştim tabii.

Ben de yaşadım acı tatlı birşeyler.

Benim de kendimle gurur duyduğum, kendimden nefret ettiğim şeylerim var.

Bir umudu 8 sene sıcak tutmak mesela. 
8 sene hep o umut için çabalamak, her anımda onu düşünmek, onun için hazırlanmak.

Doğal olarak her umutta olduğu gibi o da suya düştü.

Lakin onun bana kattığı şeyleri de başka hiçbir katamazdı.

Hiçbir şey beni daha fazla yıkamaz, üzemez, ama aynı zamanda da mutlu edemez ve eğitemezdi.

Belki bir gün tanıdığım veya tanımadığı herhangi biri gelir, benim bu yanımı öğrenir,

Hatta daha da güzeli, hani fasülye gibi nimetten sayayım kendimi de, beni keşfeder,

Kalbimden geçenleri anlar da,
Sonra arkadaşlarına beni anlatır.

Bizim bir Syrano vardır, böyle böyledir, helal olsun çocuğa beee der.

Hatta demesine de gerek yoktur.

Kaşifim benimle mutlu olsun ya, o dünyalara bedeldir benim için :))

Hasılı,
Sayın okuyuşkanım,
Sen bunları okudun ya, seninle de gurur duyuyorum, sağolasın.
Umarım ben de bir gün seni gururlandıracak birşeyler yapabilirim.

Sevgiyle kalasın a canım.
(^_^)

--------------------

Önemli olan bu resimde sizin nerede olduğunuz değil,
bu resmin sizin nerenizde olduğudur.
Evet!
Kıskançlık hakkında o kadar özlü bir söz söyledim ki,
sanırım bir daha kimse birşeyi kıskanmayacak.
Ve hayır!
İçmedim.

Pardon Evli Misiniz?

Normalde adamın biri gelip size bu soruyu sorsa ne yaparsınız?

Kız kişi iseniz sanırım çantayı kafasına geçirirsiniz. En azından geçirebiliriteniz vardır.

Erkek kişi iseniz ve bu soruyu soran da bir kız ise, uu beybi der ve bir hareketlenme yaşarsınız. En azından yaşayabiliriteniz vardır.

Fakat bu soruyu size Tikkycan kılığında, apaçi saçlı bir ağabey sorarsa ve siz de erkek iseniz...

Sanırım hoş karşılamazsınız.

-------------------------

Ben kendi adıma ne yaptığımı anlatayım.

Birincisinde,
Bu tikkycanlardan biri "pardon bir dakika bakar mısınız, evli misiniz" dediğinde, "ay hayır" dedim ve gülerek geçtim.

İkincisinde,
Ki bu ikinci olay, ilkinden yaklaşık 50 adım sonra cereyan etti. Doğrudan bir soruyla karşılaştım: "Beyefendi iyi günler, evli misiniz?" Kısaca "Değilim efendim" dedim ve yine gülerek geçtim.

Üçüncüsünde,
İkinci olaydan bir 10-15 dakika sonra gerçekleşti ve tam da "acaba evliyim deseydim ne diyeceklerdi" merakımın tavan yaptığı anlardan biriydi. Afedersinız, birkaş saniyenızı rica edicam diyen ultratikky ağabeye bu taktiği uygulamam imkansızdı, çünkü açık söyleyim korktum. "Hayır değilim, ne içindi?" diye sordum ama "pakı taşakkürler" cevabıyla geçiştirildim. Tekrardan gülerek geçtim.

Dördüncüsünde,
Yüzümde üç kere üst üste medeni durumumun sorulmasının getirdiği hınzır bir gülümseme vardı ve neyse ya geçti gitti diyerek yüz ifademi normalleştirmeye çalışıyordum ki, yine oldu... "Arkadaşım merhaba" dedi bir ses! Bir arkadaş samimiyetinde yaklaştığı için onu reddetmem imkansızdı. "Evli misin?" diye sordu. O an ki samimiyet, o yakınlık, o senli-benlilik hali ile neredeyse ağzımdan "değilim ama kız kardeşin varsa talip olabilirim" önerisi çıkacaktı ki zor zaptettim. "Demin de sordular, afedersiniz" deyip geçtim. Ama bu sefer gülüp geçmedim, kızıp geçtim.

Beşincisinde,
Ki bu beşincisi ile olay bambaşka bir boyut kazandı. Bu sefer benden biraz kısaca, temiz yüzlü biri yaklaştı usulca. Afedersiniz dedi, öğrenciyim de, bir anket yapıyoruz, katılmak ister misiniz dedi. Bu son derece değişik yaklaşım, bende bir fakirlik edebiyatı izlenimi uyandırdıysa da kıyamadım, tabii buyrun dedim. O esnada "Aaa bu X için miydiii, biz geçen gün şaapmıştık, varız yani merak etmeyin" diyerek ekmek istedim, ooo sağolun diyerek yutmuş göründü. Veya yutmadı ama umurumda da değildi!

Altıncısında,
Acı sona son bir adım kala, tekrar karşıma çıkarlarsa ne diyeceğimi, nasıl bir tepki vereceğimi planlıyordum. Zira bu "Evli misiniz" sorusu bir yerden sonra bende ciddi ciddi buhranlar yaratmaya başladı. Altıncı eleman tam da bu planlama safhasında karşıma çıktığı için yüzümü bile dönmeden yoluma devam ettim. Son bir ya sabır çektim. Empatik olmaya çalıştım. Adamların işi, onlara yapmaları söylenen bu, ne yapsınlar dedim.

Yedincisinde,
Dananın kuyruğunun koptuğu, zurnanın zırt dediği, Londra Köprüsünün yıkıldığı o ana hoş geldiniz. Siz gelene kadar ben de o arada ilişkiler konusundaki başarısızlığımı, kuyruk acılarımı, istatistiklere göre %80'i evli olan, onlardan da neredeyse tamamı çocuk sahibi olan arkadaşlarımı, evlilik müessesesini, kaderi ve kısmeti, aşkı ve sevgiyi düşündüm durdum. Evden zaten azıcık kafamı dağıtmak ve bunları aklımdan biraz olsun atabilmek için çıkmıştım fakat sağolsun iyi çalıştı arkadaşlar...

"Pardon bir dakika bakar mısınız?" diyen zavallı kurbanım, başına geleceklerden habersiz, bana Ö.... Thermal Kaplıcaları hakkında bir tanıtım konuşması yapmaya çalışıyordu.

Lakin ben, evet ben, Syrano, hayli artmış sinir katsayımdan aldığım güçle ve güvenle açtım ağzımı, yumdum gözümü, temizledim boğazımı, sildim burnumu, döktüm içimi:

Hayır efendim, evli mevli değilim. Yol boyu 7 kere sordunuz evli falan değilim ben. Hayır oradan bakınca çok mu sap gözüktüm size? Çok mu abazan bir imaj çiziyorum? Yada bekar biri olarak kaplıca tedavisine ihtiyaç duyamaz mıyım? O havuzlarda zina mı edeceğim de iki de bir medeni durumumu sorguluyorsunuz? İsterseniz fantezilerimi de anlatayım size, belki birşeyler kaparsınız...

Yalnız ben bunları bir tek karşımdaki o artiz bozması elemana haykırdığımı zannediyordum. Herif çekip giderken bir an için etrafıma baktığımda şehir halkının gözlerinin üstümde olduğunu farkedince, gökkuşağının renklerine mi bürüneyim, yoksa kanalizasyonun o kokulu tonlarına mı, bilemedim.

-------------------------

Böyle davrandığım için zerre pişman değilim, başından beri o kaplıcayı bana kakalayacaklarını biliyordum. Öfkem, o kaplıcayı bir tedavi merkezi olarak değil, para tuzağı olarak sunmalarınaydı.

Daha önce iki kez yedirmeye çalıştılar o kazığı bize, yutmadık.

Bir de öyle tek kişiye de değil!

Ailecek kazıklayacaklar, bir kişi para, iki kişi daha çok para, aile en çok para. Oh ne âlâ!!

Kimin umurunda senin dizlerinin kireçlenmesi, deri hastalıkların, bilmemnelerin... Paran var mı ondan haber ver.

Ha bir de evli misin?
O zaman tam süper, çünkü kazıklayacağımız bir de eşin var.

------------------------- 

Haydi onu da geçtim.
Hatta tüm mevzuuyu da geçtim.

En kötüsü de "aman şöyle efendisin, böyle harikasın, öyle iyisini hakediyorsun, inşallah kalbine göresini bulursun" diyeceğinize, kardeş gözüyle bakacağınıza, biriniz de çıkıp bana aşık olmadınız ya, yanıyorum yanıyorum da asıl ona yanıyorum :))

Sizin yüzünüzden ele güne rezil oldum.
Lutfedip de bi bana aşık oluverseydiniz hiç bunlar yaşanır mıydı? Evlenir barklanır, güzel güzel geçinir giderdik.

Evet, tüm bunların sorumlusu sizsiniz.
Faturayı size kesiyorum :)

Yine de kıyamıyorum işte size, affettim. Ama bir daha olmasın!

Haydi yine sevgiyle kalın bakalım.
Bunu hakediyorsunuz.
(^_^)

-------------------------

Birşey sormak istiyorum, bunu nasıl yapabiliyorsunuz?
Hayır sağlıklıdır, işe yarıyordur, ona bir lafım yok.
Ama o havuza nasıl girebiliyorsunuz?
Bir tarafınıza girer onlar yaa, olmadık yerlerinize yapışırlar.
Eğğğkkk, içim bişey olduuuuıığğğğ...

Dersimizin Konusu Soba Borusu

Sobalar...

Artık onlardan pek kalmadı.

Bir zamanlar soba kullanmak medeniyetin, pratik zekanın, felsefenin, ilerlemenin bir sembolüyken, artık üçüncü dünya ülkelerinin ilkel yöntemlerinden birine dönüştü.

Yine de sobalar kendi şahsiyetlerini, kimliklerini hep muhafaza ettiler!

Sobalar tarih boyunca hep başka bir adla, başka bir görüşle anıldılar, oysaki onlar hep vardılar...

Sonunda onlar da bu gidişattan bıktılar ve isyan bayrağını çekip varlıklarını ilan ettiler.

Her soba, sosyal adalet ve ütopik dünyaya ulaşmak için kendi yolunu çizdi ve taraftarlarını topladı.

Bu yazı, ateşe giden zorlu yolda varlığını feda eden demir yığınlarına adanmıştır.

-------------------------

  • Soba: Üç temel elementi, odunu, ateşi ve dumanı içinde barındıran, çağlar boyunca farklı kimlik ve görüşlerle kendini ifade etmiş, metal bazlı varlıklar.

  • Katolik Soba: Ateş, odun ve kutsal dumandan oluşan bir teslis inançları vardır. Odun yandığı zaman, ateşin hem odunun şahsi özüne hem de manevi özüne tesir ettiğine inanılar. Odun hem kendisi için, hem de insanlığı ısıtmak için yanarak kendini feda eder. Bu inanca göre bir soba hurdaya çıkıp da öldükten sonra Metallica Cennetine gidecek ve Manowar'ın huzurunda sonsuza dek mutlu yaşayacaktır. En bağnaz soba türüdür. Diğer sobaları reddederler.

  • Ortodoks Soba: Odun yanarken sadece cismani varlığının yandığına, ateşin odunun manevi özüne tesir etmediğine inanırlar. Ateş ve odun bir özden, kutsal duman ayrı özden gelir.

  • Protestan Soba: Yanma fikrine karşı çıkarlar. İçine ne atarsan at canları istemezse yakmazlar. Başka sobalarda yanmış birşeyi de yakmazlar. Soba ile ev arasında bir aracı olması fikrine sıcak bakmazlar.

  • Fransiskan Soba: Bir sobanın mümkün olduğunda fakir olması gerektiğini düşünler. Genellikle sacdan yapılırlar. Evi çabuk ısıtır, çabuk hurdaya çıkarlar. Fakir fukara evlerinde bulunurlar.

  • Evangelist Soba: Sobacılığın özüne dönmeyi tavsiye eden, kıyameti getirerek sadece odunu değil cümle alemi de yakmak isteyen sobacılık akımıdır. Amaçları Büyük Sobakalipse'yi çıkartıp dünyanın sonunu getirmektir. Sobarika'ya iltica eden sobaların bu görüşten olduğuna inanılıyor.

  • Püritan Soba: Sobacılıkta saflaşmaya inanırlar. Onlara göre hiçbir soba gerçek değerinin farkında değildir. Her soba saflaşmaya çalışmalı, saf saf yanmalıdır.

  • Taocu Soba: Sobanın ömrünün ateşe ve oduna dayalı olduğuna inanan, dolayısıyla bu yaşamsal özü korumaya çalışan sobalardır. Bazı sobalar hiç sönmeden günlerce yanmayı başarabiliyor mesela.

  • Reformcu Soba: Sobanın eskiden daha farklı yanması gerektiğini düşünürler. Ne kalorifere benzerler, ne doğalgaza, ne de sobaya... Kapağı açılınca ocaksı bir düzenekle yandığı görülür. Odunu ve dumanı inkar eder, yanmak için başka yöntemler ararlar. Sonuçta odunu da mundar ederler, yeni yöntemler de bulamazlar. Acayip bir soba çıkar ortaya...

  • Siyonist Soba: Bütün sobaların kutsal bir hurdalıkta bir araya geleceğine ve bir daha asla yanma gereği duymayacağına inanırlar. Bu yolda küresel ekonomiyi ellerinde tutmak için çok çalışmışlardır. Demir-Çelik fabrikalarında ve hurdalıklarda toprak hak iddia ettikleri için çoğu evden kovuldular veya toplama kamplarına götürülüp kendilerinden jilet yapıldı.

  • Asobaist Soba: Sobaların yanması gerektiğine inanmazlar. Onlara göre ısınma ihtiyacı yoktur, dolayısıyla sobalar boşu boşuna kendilerini yakmaktadırlar. Bir soba yalnız kendi istediği zaman odunu yakmalıdır. Ayrıca diğer sobaların yanma sebepleriyle ve yanış şekilleriyle sürekli dalga geçerler. Kimse sevmez onları.

  • Pansobaist Soba: Herşey bir sobanın parçasıdır. Bu yüzden odunu yakan soba, kendini de yakar, evini de yakar, alemi de yakar.

  • Agnostik Soba: Sobaların yanması gerekliliği konusunda kesin bir fikre varılamayacağını söyleyen sobalardır. Onlara göre ateşin varlığı veya yokluğu bilinemez. Bu yüzden sobalar kendilerini daha yararlı işlere yönlendirmelidir.

  • Varoluşçu Soba: Her sobanın bir maksadı vardır. Oduna odun olarak değil ağacın bir parçası olarak bakarlar. Kül de bir zamanlar odundur. Ateş de odun olmasaydı asla olamayacak birşeydir. Bir soba olmazsa dünyadaki tüm dengelerin değişeceğine, herşeyin farklı olacağına inanılır.

  • Materyalist Soba: Sıcaklık birşey ifade etmez. Duman, bakış açısına göre farklı anlamlar ifade edebilen soyut bir varlıktır. Odunun faydası da görecelidir. Neticede tek gerçek sobadır, sobadan başka birşey yoktur.

  • Sufi Soba: Onlar için herşey zahiri ve semboliktir. Odun kabahatleri, ateş çabayı, duman kurtuluşu temsil eder. Geriye kalan kül temizlenmişliktir, son değil yeni bir başlangıçtır. Özünde tüm sobalar birdir. Çoğunlukla kimse onları anlamaz...

  • Evrimci Soba: Sobaların bir fabrikada yapıldığına inanmazlar. Onlara göre ilk soba milyonlarca yıl önce toprağa açılmış bir ateş çukurundan ibaretti. Zamanla günümüzdeki halini aldı. Gelecekte ateş olmadan ısıtacak bir soba nesline doğru evrimleşmeye devam ediyorlar.

  • Emekçi Soba: Evin tüm yükünü taşıyan sobadır. Sadece evi ısıtmakla kalmaz, aynı zamanda çamaşırları kurutur, kuzine ise yemek pişirir, üstüne konulduğu zaman kestane pişirir, çay demler, banyoya su ısıtır...

  • Sosyalist Soba: Enerjisini kendisi için kullanmaması gereken sobalardır. Bir soba asla kendi başına yanmamalıdır. Halkı için yanmalıdır. Birleşip sendika halinde yanmalıdır. Ayrıca hiçbir eve hizmet etmemelidirler. Çünkü ev sahipleri, emek vurguncularıdır. Sonunda doğalgaz sobası olsun, kömür sobası olsun, kuzine olsun, bütün sobalar bir araya gelmeli ve ortak fayda için çalışmalıdır. "Dünyanın bütün odunları, birleşin" diyerek ihtilale çağrı yaparlar.

  • Faşist Soba: Sadece kendisini ve kendisiyle aynı fabrikadan çıkan diğer sobaları ısıtan sobadır. Başka fabrikadan çıkan sobalar, sobalık bilincini zedeleyen sobalardır ve yok edilmelidirler. Tüm sobalar sarı saclı ve mavi borulu olmalı, saf, arî sobaya ulaşılmalıdır. Siyonist sobaların baş düşmanıdırlar.

  • Demokratik Soba: İçindeki odunlara yanmayı isteyip istemediklerini soran sobalardır. Çoğunluğun kararına göre hareket ederler. Yanmak istemeyen odunların haklarını korurlar. Evin çıkarlarıyla uyuşabilmek için sıcaklık kanunları yayınlarlar. İyi yakılmadıklarını düşünen odunlar gensoru ve erken seçim önerisi verebilir. Ev iyi ısıtılmadığını düşünüyorsa, sobaya ültimatom verir. Sonra odunlar arasında sobanın dış mihrakların bir uşağı haline geldiği konusunda dedikodular başlar. Muhalif odunlar bastırır, soba da gelecek seçimlere kadar dişini sıkar.

  • Teokratik Soba: Sobaların tek varoluş amacının yanmak ve yakmak olduğunu söyleyen sobadır. Yanmak istemeyen odunları kalitesizlikle suçlar ve kova dışı ederler.

  • Anarşist Soba: Yanmayı gerektiren tüm durumları ortadan kaldırmayı amaçlarlar. Kimsenin bir odunun yanmasını istemeye hakkı yoktur. Ateş, toplumsal sömürünün temel ögesidir ve sobaları sömürmek için kullanılan bir silahtır. Sobalar direnişe geçerek evleri, kendilerini kullanmak isteyenleri ve ısınma ihtiyacına neden olan şeyleri yok etmelidir.

  • Seküler Soba: Herşeyin bir hurdalıkta sona erdiğine inanır, geri dönüşüm fikrini kabul etmez ve bu yüzden kullanılmayı reddederler.

  • Hümanist Soba: Kendilerini insanoğlunun ısınmasına vakfetmiş, karşılık beklemeyen, sağ duyulu sobalardır. Yanma işlemini daha da mükemmelleştirmek için çalışır, ötesiyle ilgilenmezler.

  • Feminist Soba: Dişil sobalardır. Kendilerini erkek bir kullanıcının yakmasına izin vermezler. Sadece bir ısınma aracı olarak görülmeyi reddederler. İstedikleri odunu, istedikleri gibi yakar, ateşlerini istedikleri gibi yayarlar. Canları isterse soba, isterse araba, isterse tomografi cihazı olurlar ve başka araç gereçlerin yapabileceği herşeyi yapabileceklerini kanıtlamak isterler.

  • Muhafazakar Soba: İçine mümkün olduğunca çok odun alıp, onları da elinden geldiğince yakmamaya çalışan sobalardır. Ev sahiplerini çileden çıkartırlar. Mahalle baskısının başlıca nedeni bu sobalar ve sobalı evlerdir. Hiç kaloriferli bir evde mahalle baskısı gördünüz mü? İşte!

  • Liberal Soba: "Bırakınız yansınlar, bırakınız tütsünler" mantığıyla yanan sobalardır. Ateşe, oduna, dumanına karışmazlar. Soba yanıyor mudur? Evet. O halde sorun yoktur.

  • Burjuva Soba: Tüm odunlar onun denetimi altındadır. Yararlı odunları kendilerine saklar, işe yaramaz odunları kullanır, yoğun şekilde is çıkartarak bacayı doldurur ve sobaları deli ederler.

  • Hippie Soba: Bütün bu yanma-sönme işlerinden bıkan sobalardır. Bir gün borularını toplayıp çekip giderler. İçlerine sinmiş kurumları, isleri, külleri yıkamazlar. Üstlerindeki sac korumaları çıkartır, çırılçıplak dans ederler. Sürekli ot çekerler... Şey yani, yakarlar.

  • Çevreci Soba: Küresel ısınmadan ödleri kopan, duman çıkartmamak için kendilerini harap eden, sık sık eylemlere katılıp oraya buraya pankartlar asan sobalardır.

  • Aristokrat Soba: İçine çok az odun alabilen, ev bir yana odayı bile zor ısıtan, üstü desen desen işlemeli, işlevsellikten uzak, görsellik için üretilmiş sobalardır. Pratikte bir işe yaramamalarına karşın tarihe en çok direnebilen ve günümüze kadar gelen, köklü geçmişleri olan sobalardır. Çok pahalıdırlar ve her eve girmezler.

  • Platonik Soba: İçin için yanan sobalardır. Ev için çok yoğun duygular hisseder fakat bir türlü ifade edemezler. Hani bir kibrit yakıp içine atarsınız, bir zaman sonra da yanıyor mu diye kontrole gelirsiniz de kapağını açarsınız, sonra yanmadığını zannederek bir daha kibrit yakmaya yeltenir de kıyılarda köşelerde küçücük bir ateş görürsünüz ya... İşte o sobalar bunlardır. Sonunda öyle bir yanarlar ki siz bile inanamazsınız, hatta soba bile inanamaz'

  • Oportunist Soba: Çok çıkarcı sobalardır. Ev ahalisi soğuktan kırılsa bile, soba bu durumdan kendine bir pay çıkarmadan yanmak bilmez.

  • Fütürist Soba: İleriyi düşünerek yanan sobalardır. Yandıkları zaman gelecekteki sıcak günleri düşünürler. Söndükleri zaman gelecekte nasıl tekrar yanacaklarını düşünürler. Bir zamanlar nasıl yandıklarını düşünmek ise zaman kaybıdır.

  • İdealist Soba: Büyük bir amaç için yandığını düşünen, yanmadığı zaman bunun sobalık alemine kara bir leke olduğunu bilen, ev için, şerefi için yanan sobalardır. Rüşvetle yanmazlar, rüşvetle yananları hemen ihbar ederler. Arada yanlışlıkla sönerlerse bunu onurlarına yediremez ve eve detaylı bir rapor vererek istifa ederler.

  • Hazcı Soba: Yanma işinden mümkün olduğunca fazla doyum almak için çabalar. Yanacak olması onu mutlu etmezse de asla yanmaz.

  • Estetik Soba: Sanatsal amaçlar güden sobadır. Dalga dalga alevler çıkartarak göze, çıtır çıtır yanarak kulağa hitap eder.

  • Sadist Soba: Bir yanmaya başladı mı harlandıkça harlanır, git gide ısınır, ısındıkça ev halkını sucuk gibi terletir, terlettikçe daha çok ısınır, saunaya çevirir evi. Birşey değil suyla da söndüremezsin, kapatsan bile sönmesi en az bir saat alır. Ev, işkence evine döner.

  •  Mazoşist Soba: Orasının burasının yumruklanmasını seven sobalardır. Borusu tam yerleşmez, bir yumrukla yerleştirmen gerekir. Kapağı sıkışır, maşayla eğerek düzeltmeye çalışırsın. Sıcaktan kova eğrilmiştir ve sobadan çıkamaz, çekiçle vura vura eski haline getirmeye çalışırsın. Psikolojik sorunları olan sobalardır bunlar.

-------------------------


Görüldüğü gibi soba deyip geçtiğimiz şeyler de kendi içlerinde bir ideolojiye, bir şahsiyete sahiptirler, her ne kadar unutulmaya yüz tutmuş olsalar da...

Oysaki onlarla o kadar çok anımız var ki!

Üstünde pişirilen kestanelerin yerini ne tutabildi bu güne kadar?

Yada üstüne su sıçratıp, olmadı tükürüp de "acaba ne olacak" merakımızdan daha büyük bir merakımız oldu mu hiç?

Pastel boya ve oyun hamurlarını sobanın en görünmeyen yerlerine dayayarak eritme ve o eriyen boyalardan oluşan son derece sanatsal şekiller, hangimizin resme bakış açısını değiştirmedi?

Bugün modern fırınlarda pişirilen bir tavuk, hiç kuzinede pişirilenin tadını verdi mi size?

Sobanın bulunduğu odanın çöl, olmadığı odanın kutup ikliminde olduğu hissi, size de hiç garip bir eğlence hissi vermedi mi?

Dahası hiç, siz evde yalnızken ve soba yanmadığı zamanlar daha da bir yalnız hissederken, sobayı yakınca sülalecek bir aradaymış hissine kapılmadınız mı?

Hatta hiç, yalnızlık hissetmemek için soba yakmadınız mı?

Boşuna demiyorum ya işte;
Aslında her soba bir insandır!

Her sobanın bir hikayesi, bir şahsiyeti, bir duygu dünyası vardır.

Sobalarınızı sevin, sayın. Onlara sıcak ilişkilerle yaklaşın.

Sıcacık sevgilerle kalın.
(^_^)

-------------------------

Vay sobasını sayın seyirciler.
Bu gördüğünüz bir soba! Evet, rakamla da soba, yazıyla da soba.
Hatta St. Petersburg'daki Catherina Palace'de bulunduğu için, Kiril alfabesiyle de Печь.
Hani duyguları olduğunu, güceneceklerini bilmesem, "Ahh be abi bir şu sobaya bak, bir de bizimkilere..." derdim ama işte, küserler mazallah!

Öl De Baba Ölelim

Adettendir efendiler, öleceğiz.
Ölmezsek ayıp olur, toplum bizi hoş karşılamaz.

Bakın mesela vampirlere.
Onlar hiç ölüyorlar mı? Asla!
Bu yüzden kimse onları sevmiyor!.

Geçen gece yolda bir vampir gördüm, bana selam verdi, başımı öbür yana çevirdim, geçip gittim...

Ölmemek gibi bir terbiyesizlik yapan adamla işim olmaz benim!!

Hasılı öleceğiz yani, görgü kuralı bu.

Lakin bir de şöyle önemli bir konu var,
Öldükten sonra ne olacağı zaten belli, kimsenin ona bir lafı yok da...

Yahu ne uğruna ölüyoruz?

Kimi gidişattan memnun olmayınca çizdim oynamıyorum diyor, kimi daha cesurca bir iş yapıp önce dünyanın çarkına okuyor sonra ölüyor, kimileri ise en bir acayibini yapıp keyfiyetten öldürüyor.

Olay ne ama?

Bir cismi başka bir bedene daldırmak neden bu kadar önemli?

Sırttaki kör bıçak, boğazdaki yağlı ilmek, kalpteki soğuk kurşun, leğen kemiğindeki tahta kazık ...

Niye bu kadar arzu doluyuz?

Kimileri için çağın filozofuyken benim için akıllı bir psikologdan fazlasını ifade etmeyen Freud, tıpkı yer çekimi gibi her zaman ortada duran fakat keşfedilmeyi bekleyen o gerçeğe benzer şekilde "insanoğlunun doğuştan sahip olduğu iki eğilim saldırganlık ve cinselliktir" diyerek hakikaten esaslı bir tespitte bulunmuş olabilir...

Zira her iki halde de bir beden diğerini taciz ediyor.
Birinde gönüllü olarak,
Diğerinde zorla...

-------------------------------

Mahallemizin ilk sakinleri Adem Dede ve eşrafıydı.

Bir gün köye salma salınmıştı, herkes elindeki en iyi üründen bir tanesini getirecekti.

Ben deyim 40, siz deyin 80 kişi koyunudur, keçisidir, balığıdır, elinde ne varsa getirip yığdı köy meydanına.

Aralarından da iki karındaştan Kabil bilumum meyvesidir, sebzesidir yığdı; Habil de yıllarca özene bezene yetiştirdiği koyunu getirdi.

Bir sebepten Kabil'in meyveleri hiç rağbet görmezken, Habil'in koyunu pek bir sevildi.

Kabil başta şaşırıp kaldı ama pek birşey söylemedi.

Bir sene sonra tekrar salma salındı, yine aynı cümbüşle herkes kendi en iyi ürününü getirdi. Kabil bu sefer daha fazla meyve, sebze; Habil de daha fazla koyun getirdi.

Yine bilinmeyen bir sebepten tekrar Kabil'in ürünleri rağbet görmedi, Habil ise daha fazla beğeni topladı.

Kabil'in gözünü iyiden iyiye hırs bürüdü.

Tenhalarda menhalarda kardeşinin yolunu gözledi.

Ve eline geçirdiği ilk şeyle Habil'i öldürdü...

Buradaki çok önemli iki husustan ilki, Kabil Ağa'nın, sırf kardeşinin sunduğu şeyden daha fazlasını sunmak için hırs yapmasıydı.

İkincisi ve daha da önemlisi,
Bu olay o kadar eskilerde, o kadar eskilerde olmuştu ki, geriye ne Habil'in mezarı kaldı, ne Kabil'in bahçeleri kaldı, ne de bugün onları hatırlayan kaldı...

Şimdi ne oldu?

Efendi efendi çözülebilecek ve dünyadaki kimseye zerrece etkisi olmayan bu husumet neden böyle sonuçlandı?

Neye yaradı?

-------------------------------

"Romalılar, Yurttaşlar...
Ben buraya, Sezar'ı gömmeye geldim, övmeye değil.

Aziz Brütüs, muhteris derdi Sezar'dan için, öyleyse ağır bir ithamdı bu. Ve Sezar, ölümüyle cezasını da çekmiş oldu..."

diye başlıyordu Marcus Antonius'un cenaze konuşması.

Sezar kimdi?
Politikacı, Senato üyesi, Konsül, Komutan, Fatih, Maceracı...

Derdi neydi?
Ülkesini daha da büyütmek, kocaman yapmak, eşşşşek kadar yapmak, dev gibi yapmak.

Bunu nasıl sağlamayı düşünüyordu?
Bol bol toprak fethettikten sonra, o toprakların başına geçerek.

Geçsin anacım...
Başımızın üstünde yeri var.
Lafı mı olur üç beş senatörün, tüccarın, komutanın?

Tahmin ettiğinden de büyük bir rütbeye, Ömür Boyu Diktatörlüğe yükseldi, helali hoş olsun.

E tabii bunu istemeyenler de olacak, olsun.
Lafı mı olur üç beş diktatörün, imparatorluğun, komplonun? Yaparız...

Politik alanda en yakın dostu olan Brütüs'ün öncülüğünde, ülkenin kalbi sayılan bir mekanda, sırtından bıçaklanarak öldürüldü. Ona da helal olsun.

Tamam abicim bugün ölmese yarın zaten ölecekti, amenna...

Amma ve lakin ülkeyi güçlendirmek için adam öldüren bir adamı başınıza getirip, yine ülkeyi güçlendirmek için o adamı da öldürmek, nasıl bir eğlencedir?

İşin kötüsü bugün o ülkenin üzerinden rahat bi 25-30 ülke, krallık, vattırı ve vızzırı geldi geçti... O günkü ideallerin hiç biri kalmadı!

Şimdi neye yaradı Sezar'ın öldürdükleri, neye yaradı Sezar'ın ölümü, neye yaradı Brütüs'ün ihaneti?

- Oğlum bak kraliyet mücevherleri hanginizdeyse söyleyin. Valla kızmayacam.
- Bende değil valla.
- Bende de değil.
- Sende mi Brütüs?
- Annah anladı valla, öldürün lan!

 -------------------------------

Vakti zamanında iki farklı ülkenin iki hükümdar naibi varmış.

Bunlardan daha küçük ülkeye sahip olanı, büyük ülkeye sahip olanının himayesi altındaymış ve onun yanında uzun yıllar yaşamış. Çocukluklarını birlikte geçirmişler, birbirilerinden farklı olan dinlerini, dillerini, geleneklerini öğrenmişler.

Birbirilerini çok sevmişler.

Derken ikisi de büyümüş ve hükümdarlık yaşlarına ulaşmışlar.

Büyük ülkeye sahip olan, misafir olanın ülkesine dönme zamanı geldiğini, onu da bir hükümdar olarak tanıyıp sayacağını, asla aralarındaki dostluğu unutmaması gerektiğini söylerek ülkesine uğurlamış.

Günlerden bir gün efendim, bu büyük ülkenin hükümdarı, eski dostunun toprakları yakınında çıkacak bir savaşta kendisine yardımcı olmasını istemiş.

Öyle bir durummuş ki, eski dostu ona yardım ederse, tüm komşuları kendisine karşı cephe alacak, yardım etmezse de eski dostu tarafından hükümdarlığı elinden alınacakmış.

İki ucu necasetli değneğe sahip olan kahramanımız, çözümü kendi hükümdarlığının tarafsızlığını ilan edip, başka da bir otorite tanımadığı söylemekte bulmuş.

Üstüne bir de, komşu hükümdarlara güvenerek eski dostunun, dinine ve halkına da tavır koymuş.

Büyük ülkeye sahip olan hükümdar, yardım istediği savaşı kendi çabalarıyla kazanmayı başarmış fakat eski dostunun bu tutumu da çok gücüne gitmiş.

Adaleti ve intikamı gerçekleştirmek üzere ordusunu toplayıp üstüne yürümüş.

Eski dostu korku ve panik ile öyle kararlar almış ki, daha hiç görülmemiş yöntemler kullanmaya karar vermiş.

Kendi inançlarından ve milletinden olmayan herkesi kazıklara geçirip düşmanlarına göz dağı vermek istemiş.

Görenler diyorlarmış ki;
Tarlalar boyunca, dağlar boyunca; on binlerce, yüz binlerce insanın halen can çekiştiğini görüyorduk o kazıkların ucunda...

İntikam isteyen hükümdar, eski dostunun topraklarına girince gördüğü bu manzara karşısında dehşete düşmüş.

Demiş ki,
Üç ay boyunca halkımdan 25.000 insan topladım o kazıkların ucundan...

Buna rağmen durmamış ve hükümdarın kalesine kadar gelmiş. 

Lakin onu kalede bulamamış.

Onun yerinde cüzzamlılar, vebalılar ve uyuz köpekler kol geziyormuş.

Vatandaşlarının katledilmesine dayanamayan ordu, hastalıktan da korkmaya başlayınca hükümdarlarından o caniyi kaderine terk etmesini istemişler, o da istenilene uymuş.

Tahtını korumak uğruna sonuçta ülkesiz ve halksız kalan hükümdar ise kendi başını kurtaramamış ve eski dostuna ettiği ihanetin bedelini, yine ihanetle ödemiş. Sığındığı ülkenin kralı tarafından idam edilmiş...

Peki şimdi ne oldu?

O katilin adının Kazıklı Voyvoda diye bilinen Vlad Tepeş, ihanet ettiği kişinin Fatih Sultan Mehmet olması,

Kazığa geçirilen on binlerce insan,

Kafir Osmanlı'ya karşı, Hristiyan Eflak zaferi,

Birşey ifade etti mi?

Bugün o hükümdarlardan veya ülkelerinden geri birşey kaldı mı?

İkisinin de kendi ülkelerinde birer kahraman olarak görülmelerinden başka, adları hiç anıldı mı?

Vlad Tepeş'in "Vampirizm"in atalarından sayıldığını biliyor muydunuz?

İşin aslı Vlad'ın genetik bir hastalık olan "Porfiria"dan muzdarip olmasıydı.
Aynı hastalık babası II. Vlad'da da vardı ve Drakul, yani "Ejder'in Kulu" lakabını almasına sebep olan fiziksel değişimler, yine bu hastalıkla olmuştu.

Soluk ten, güneşe çıkamama, çekilmiş diş etleri nedeniyle köpek dişlerinin daha uzun görünmesi, suya tahammül edememe, kendiliğinden başlayan dış kanamalar gibi belirtiler yüzünden Porfiria hastaları, kan içen, geceleri yaşayan Vampirler zannedildi yüzlerce yıl...
 -------------------------------

İnsanların küvetlerde yıkanırken, saraylarına tuvalet yaptırmadıkları, Fransa denilen bir ülke varmış.

Bu ülkede 23165987645654 tane Louis yaşarmış.

Onların içinden 16. olanı, halkına kötü davrandığı ve ekmek yiyemeyenlere pasta tavsiye ettiği hasebiyle önce bir temiz dövülmüş, sonra giyotinle idam edilmiş.

Kral olmayınca doğal olarak Cumhuriyet doğmuş. Adına Birinci Cumhuriyet demişler. Krallık yanlılarını da bir güzel idam etmişler

Sonra Napolyon diye biri çıkıp "alem buysa kral benem" demiş ve eski rejimi destekleyen herkesi bir güzel idam etmiş.

Derken halk bu durumdan pek bir rahatsız olmuş ve Napolyon'a karşı epey bi palazlanmışlar. Kılıçtır, sopadır bir temiz dövüşmüşler ve nihayet Napolyon'u alaşağı edip bir adaya sürmüşler.

Tüm Napolyon yanlılarını da vatan haini bilip cici cici idam etmişler.

Ardından Napolyon, ona halen hürmet eden eşi dostuyla adadan kaçıp tekrar kendini imparator ilan etmiş ve karşıtlarını vatan haini bilip tatlı tatlı idam etmiş.

Neyse efendim hayat bu ya işte Napolyon da ölmüş.
Halk yine sokaklarda, yeni yönetim istemişler, barikatlar kurulmuş, meşaleler yanmış, marşlar söylenmiş, yoldaşlar ölmüş, soydaşlar ölmüş... Büyük adamlar dayanamayıp İkinci Cumhuriyeti ilan edivermişler.

Derken bir ara savaş çıkmış bilmem hangi ülkeyle.

Halk mevcut rejimin savaşla ilgili kararlarını beğenmeyerek yine sokaklara dökülmüş. Birileri ölmüş birazcık. Meclis de allem edip kallem edip Üçüncü Cumhuriyet ilan etmiş, yeni anayasalar yapmış.

Uçan Spagetti Canavarı kahretsin ve Russell'in Çaydanlığı belasını versin ki, II. Dünya Savaşı çıkıvermiş ve Nazici amcalar ülkeyi bir güzel işgal etmiş. Bayaa bi insan ölmüş tahmin edileceği üzre. Çekilirlerken de Vichy kenti merkezli yeni bir Fransa kurmuşlar. Adına da Vichy Fransası demişler.

Savaşın boyutu değişince Vichy de değişmiş. Tabii yönetim de değişmiş. E kısacası artık bitmiş. Dördüncü Cumhuriyete geçilmiş. Şimdi o yönetim modaymış, baybaaaaaay...

Tahmin edin ne olmuş?
Kendi topraklarında rahat duramadıkları gibi, başkalarının topraklarında da sevimli yaramazlıklar yapan Fransacığımız, Cezayir sorununu iyice yüzlerine gözlerine bulaştırınca De Gaulle adlı ağabeyimiz, "alın dördüncü cumhuriyet de sizin olsun, dört buçuktan beşinci cumhuriyet de sizin olsun, başınıza çalın" diyerekten, yeni Beşinci Cumhuriyet dönemi başlatmış.

Lakin Cezayir'de de işler pek bir kanlı bitmiş...

Hani bazı otoriteler, Fransa'nın Cezayir üstünde minik bir soykırımcık yaptığını bile iddia ediyorlarmış, bilemiyciim...

Özetle,
Aşağı yukarı her 50 yılda bir kanlı olaylarla yeni rejime geçilmiş, her yeni rejim yerini yenisine kanlı olaylarla devretmiş.

Napolyon başa geçince karşıtlarını vatan haini ilan etmiş, Elbe'ye sürülünce onu sevenler vatan haini olmuş, o Elbe'den kaçınca onu sevmeyenler vatan haini olmuş, her seferinde ölmüşler, ölmüşler, ölmüşler...

16. Louis'nin idam edilmesini isteyen ve Fransız Devrimine gönülden destek veren Georges Jacques Danton, devrim mahkemesi tarafından idam edilerek devrimin kendi çocuklarını yemesinin güzide bir örneği olurken, bugün Napolyon'un da adından başka birşeyi kalmamış.

Bu arada şu hanım kızımız da bir yokmuş, bir varmış:

Napolyon'un daha portakaldaki vitamin bile olmadığı yıllarda,
Yok olmakla ziyadesiyle meşgul ülkesi Fransa'yı,
"Tanrıdan aldığını söylediği mesajlarla kurtaran" Jeanne D'arc adlı 19 yaşındaki bu cici kızımız,  
İngilizler tarafından "cadılık suçu"ndan yakılıyor.
Öldükten 500 yıl sonra Vatikan tarafından "azize ve şehit" ilan ediliyor.
Günümüzde yaşından ve erkek giysileri giyme cürretinden başka hiçbirşeyi konuşulmuyor ne var ki...
-------------------------------

Bilincin çok önemli olduğunu, üniversite gençliğinin bir numaralı işinin kırsala bilinç götürmek olduğunu söyleyen Marx ustanın tavsiyesi üzerine, dağa taşa, ovaya çayıra bilinç götüren yoldaşların ulaştığı başarıyı (kimilerine göre de başarısızlığı) bugün bilmeyen yok.

Öyle yada böyle birşeylerin tamamen değiştiği çok açık!

Neticede "onlar da ihtilal istiyorlar, sadece bunu henüz bilmiyorlar" diyenlerle "vatanımızı canımız pahasına savunacağız" diyenler, kırmızıyla beyazın karışımını hem ideolojik renkleriyle, hem de kanlarının rengiyle gayet güzel resmettiler.

Başta Alman öldürmeye başlayan İşçi ve Çiftçi Rus, önce Yitik Rus oldu ve evine dönmeye başladı.
Yolda giderken birileri ona Bolşevik Rus demeye başladı.

Evine vardığında o artık Kızıl Rus veya Beyaz Rus'tan biri olmak zorunda kaldı.

Sürmek zorunda olduğu tarlası, kangren olmuş bacağı veya kesilmiş kolu kimsenin umurunda değildi. Tabii kışın şiddetinden donan sümüğü de!

Gel zaman git zaman, ortada Beyaz Rus kalmadı, herkes Yoldaş Rus oldu.

O Rus, her renk ve isim değişikliğinde tekrar ve tekrar öldü.

Eğitim ve sağlık hizmetlerini bedavaya, ekmeği karneyle, şekeri kilosu çeyrek altın fiyatına satın almaya başladı.

Zamanla adlarını daha çok duyurdular.
Büyüklüğü hatta haritadaki yeri bile belli belirsiz olan, Kuzey ve Güney diye iki bölünen Kore'den, günde 5 vakit rejim değişikliğine giden Macaristan'a kadar her yerde onların adları ve renkleri vardı.

Onları sevmeyenler de boş durmadı ve kendi renklerini kendi isimlerini belirledi.

Bizden değilsen onlardansın ile onlardan değilsen bizdensin cümleleri, düşmanımın düşmanı dostumdur ile birleşti ve ortaya Louis Armstrong'dan What a Wonderfull World şarkısı çıktı.

Her neyse efendim,
Kibarlıktan ve görgü kurallarına saygılarından, yine insanlar bol bol öldü ve derken günümüze kadar gelindi.

İşin en acısı da,
Günümüzde bu ideolojinin fanatiklerinin bile, o ülkede uygulanan şeyin hiç de savundukları ideoloji olmadığını, zaten tam olarak uygulayanın da çıkmadığını söylemesi...

Eee şimdi ne oldu?

Tüm bu renkli ideolojik çatışmalar, bugün neye yaradı?

Dünya gökkuşağına dönüştü mü?

Halklar birbiriyle daha da bir kardeş oldu mu?

Alper Tunga öldi mu?

Issız ajun kaldi mu?


Hâlâ Orduda Değil misin?
İmza: Beyaz Ordu

Sen! Gönüllü Oldun mu?
İmza: Kızıl Ordu

-------------------------------

Daha kimleri diyeyim size a dostlar?
Fazla mı uzakları anlatayım, yoksa daha mı yakına geleyim?

Adnan Menderes mi deyim, Deniz Gezmiş mi?

Birbirine her açından taban tabana zıt iki insanın, ülke için tehlike arz etmek suçundan, aynı şekilde öldürülmelerinden mi bahsedeyim?

Yoksa bugün şeklinin neye benzediği bile bilinmeyen, hatta The Message diye bir film olmasaydı adından bile haberdar olamayacağımız, Hubel denilen bir puta tapmayı reddettiği için öldürülen müslümanları mı anlatayım? Hani şu günümüzde ona tapan bir kişi bile olmayan!

Hakkın gelip, batılın zail olduğu o anda,
Kabe'yi putlardan temizlerken gösterilen Hz. Muhammed ve Hz. Ali.

Yada savaş sırasında düşman ülke tarafından vatana ihanetle suçlanan (hangi vatana nasıl bir ihanet söz konusu, anlamak zor) 18 yaşındaki Zoya Kosmodemyanskaya'nın, idam edilip de huzura ermesinden önce Fatmagül'ünkinden epey fazla sayıda tecavüze uğramasından mı bahsedeyim?

Genellikle idam yaftasının asılı olmasına alıştığımız yerde, genç bir kızın çıplak göğüslerinin sergilenmesine mi yanayım,
yoksa savaşın ne başlamasına ne de bitmesine toz zerresi kadar bile katkısı olmamış bir insanın öldürülmesine mi bilemedim...

-------------------------------

Sizler okumuş adamlar ve madamlarsınız canlarım.
Üniversite görmüş, mürekkep yalamış, gazete yemiş kişilersiniz.

Benden daha iyi bildiğiniz muhakkak!

O halde lütfen beni bir aydınlatır mısınız?

Tüm bunlar normal mi?

Tamam, bir görgü kuralı ve insanlık örneği olarak ölümü kabul ediyorum.

Ama böylesi bir ölüm...

Olduğunda kimseye bir yarar sağlamayacak veya sonunda unutulup gidecek bir hedef uğruna ölüm...

Doğru mu gerçekten?

İkna olmak istiyorum.
Gerçekten inanmak istiyorum.

Bir cumhuriyetin, bir naçiz bedenden daha fazla payidar kalabileceğine inanmak istiyorum.

Bir çınar ağacının benim yedi göbek soyum sopumdan daha uzun yaşadığına gözlerimle şahit olduğum gibi şahit olmak istiyorum.

Ölümden öncesinin bir sonu olup da, ölümden sonraki hiçbirşeyin sonu olmamasının, neden kimsenin umurunda olmadığını anlamak istiyorum.

Bu arada hazır elim değmişken;
Neden benim iyi, onları kötü olduğunu; benim ezilen ve haklı, onların ezen ve kötü olduğunu öğrenmek istiyorum.

Hatta açıkçası en önemlisi de,
Aynı anda,
Birilerinin beni taşralı, şeriat yanlısı, gerici, çağ dışı olarak,
Diğerlerinin beni Avrupaî, yozlaşmış, özünü yitirmiş olarak,
Ötekilerinin beni efendi, saygılı, açık görüşlü, anlayışlı olarak,

Tanımlayabilirken, neden onların görüşleri benim kendi kendim hakkındaki görüşlerimle örtüşemiyor bir türlü, onu öğrenmek istiyorum.

Aslında tek istediğim de bu!

Ve doğrusu "sen kendini biliyorsun ya o sana yeter" sözü de çok sığ gelmeye başlıyor bana. Anlamlı, zaten de doğru, ama sığ ve yetersiz...

O yüzden en iyisi mi,
Sevgili arkadaşlarım, yoldaşlarım, anlayışlılarım,

Siz yine her zaman olduğu gibi sevgiyle kalmasına kalın.

Ama bu aralar,

Biraz hayatta da kalın.

(^_^)

-------------------------------
  
" İki Dünya - İki Kelime:

Biz Yaşamı Destekliyoruz!

Onlar İse Ölümü! "

Yahu herşey bir yana da,
Bayılıyorum şu eski dönemlerin propoganda afişlerine.
Rusların kompozisyonlarına, konuyu işleyişlerine; Almanların resmetme tekniklerine, bilhassa yüz ifadesi ve saç çizimlerine; Amerikalıların da kelime oyunlarına...
Keşke yeteneğim olsaydı, gece gündüz, inandığım inanmadığım her türlü ideoloji için afiş tasarlardım :))